DÜŞ AĞRISI, DİŞ AĞRISI GİBİDİR…

DÜŞ AĞRISI, DİŞ AĞRISI GİBİDİR…

Gaziantepli yazarımız, ağabeyimiz Ahmet Ümit’in çok severek okuduğum Patasa’na romanının en önemli kahramanı olan Hititli saray yazmanı kendisini şöyle tarif eder:

 “Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavuk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı”

Korkuları ve alçaklıkları nedeniyle doğal olarak hayatla yüzleşemeyen, irinli beyinleri ile tek hücreli canlı gibi basitleşen, legal gibi yaşayıp illegalitenin tam da ortasında yer alanların acımasızca kirlettiği adı konulmamış günlerin, zamanı kaybeden çocuklarıyız.

Hayatı boyunca ezilenin, horlananın, yok sayılanın, emeğin, emekçinin, yoksulun, çaresizin, garip-gurebanın, doğrunun-gerçeğin beytül-malın yanında; alçağın, hırsızın, namussuzun, düşünsel dönmelerin, halk düşmanlarının, biatçıların, yalakaların, hak etmedikleri halde işgal ettikleri koltuklarda toplum mühendisliği yapanların, uğursuzun, arsızın, gudubetin karşısında durmanın; akıl, ahlak, sorumluluk ve vicdan meselesi olduğunu unuttuğumuz bataklık günleri bunlar…

Soysuzluğun geçer akçe olduğu bir dönemde peşin peşin “acıyı bal eyleyen” ve bunun bedelini hayatının tüm zerreleri ile ödeyenlerin bireysel ve tarihsel dramıdır ayrıca.

Düşüncelerimize bağlanan bukağıların ağırlığına rağmen topluma, insana, tüm güzelliklere dair saf yaşamlarımızın pervasızca iğdiş edildiğinden ve paslı bir bıçağın, ruhumuzda açtığı yaraların farkında mıyız acaba?

 

Bedendeki yaralar kapanır gider…
Acıların dozu azalır…
Öfke yerini, o zavallılar için acımaya bırakır.
Biçareliğin, bıçakla sınandığı çirkeflik unutulur.

Ama kalp yarası ne geçer, ne unutulur…

Zamana bırakır, zamanı bırakmazsın’ bir türlü.

Kalp yarası; kör, sağır, dilsiz ama bir o kadar keskindir.
Hayatı böler, düşünceleri böler, anlamı böler, şimdiki zamanı böler…
Sesi böler, sevgiyi, vicdanı böler, kahkahaları böler, yeri gelir sessizliği de böler…

Başını iki elinin arasına alır, çatlak bir duvara dikersin gözlerini
Şerrini üzerine kusanlara bile kızmak gelmez içinden de o kadar yorulursun.
Kalbin, kanın kadar sıcaktır hâlâ ve sevgiye dair hislerin pıhtılaşmaz asla.

“Yürü yaşamın üzerine üzerine ” daha çok yol var dersin…
Tüm bölmelerden, bölünenlerden kalan sonuçları  yeniden toplarsın, yeni bir başlangıç için.

“Dünya benim için geziniyor güneşin etrafını, güneş benim üzerime doğuyor en doğurgan, en asil, en masum, en yakıcı, en güzel haliyle dersin bu zehirli akışkanlığa rağmen…

Kokulu bir iftar ekmeği gibi gelir dostuna neşeli bir sesle “iyiyim, hem de çok iyi” demek…

Karanlığın beslediği salyalı saldırıların öznesi olduğunu unutursun.

Vicdanını yastık yapıp dünyanın en güzel uykusuna dalıp en güzel rüyalarını görürken, o hafif sızı sevgiliye yazılmış içsel bir şiir gibi gelir sana…
Çocuğunun tutar gibi elini ya öyle kavrarsın düşlerini.
Su içen serçenin başını yukarıya kaldırmasındaki şükrü görürsün bir kez daha.
Aynada gördüğün yüzü seversin inadına inadına.
Tüm yaşamının sağlamasını yaparsın ve söz verirsin susmazsın.

Zalim gibi yaşayacağına, en muhteşem halinle yaşarsın…

Ve

“Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavuk, aklını düşmanlıkla besleyen”  demez, düş ağrısı yaşamazsın...

Düş ağrısı, diş ağrısı gibidir…

Bunu kardeşim, en iyi sen bilirsin!..

 

 

 

 

20.06.2020 (Murat GÜREŞ)

DİĞER YAZILAR

ATATÜRK’E HAKARET EDENLER VE SORUŞTURMA AÇILAN ÖĞRETMEN

ZEKİ ABİ VE BENİM SİNEMAM NİYE YOK?

MAYIS HÜZÜNLERİ

AÇLIK, GURUR ve PATATES TORBASI

SİYASİ SİMGE BAKIMINDAN 128 VE GAZİANTEP’TE MUHALEFET

KULUN OLMAM AMA KÜLÜN OLURUM...

BİR KENTTEN, SAHTE CENNET YARATMAK

"AKREP GİBİSİN KARDEŞİM"

PROKRÜST YATAĞI, AVUKATLAR ve GERÇEKLİK