Murat Güreş yazdı: BU KENT İNSANI DELİ EDER
Eskiden kamu otoritesinin gücünü sembolize eden binalar gözümün içine girerdi. Mesela valilik, belediye, emniyet müdürlüğü, tapu, maliye gibi…Şimdi öyle değil. Kent ve yaşam biçimsizce değişiyor...

Orhan Veli, “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” der ya
Ben de Sinoplu Diyojen gibi yüksek bir yerden gözlerim açık Gaziantep’i,
bu kentin siluetini, hinterlandını izlelemeyi, gözlemlemeyi çok severdim.
Çünkü ara ara baktığım fotoğrafta sürekli ama düzensiz değişen bir şeyler vardı…
Eskiden kamu otoritesinin gücünü sembolize eden binalar gözümün içine girerdi.
Mesela valilik, belediye, emniyet müdürlüğü, tapu, maliye, yada cami gibi…
Şimdi öyle değil!
İş merkezleri, yüksek katlı ticari binalar, oteller, alışveriş merkezleri, özel hastaneler, kentsel dönüşüme rağmen sayıları hızla artan gri renkli gecekondular son 10 yılda şehrimizin siluetini ve ilişkiler manzumesini fena halde değiştirdi.
Gücü temsil eden o kamu binaları, deyim yerinde ise sivil-tecimsel-mekânsal yapıların arasında zor ayırt edilir hale geldi.
Gücünü yasalardan alan kamu otoritesi, siyasal dükalık ve rantın muktederatları karşısında eski etkisini gösteremiyor…
Ancak biz bu değişimi gerek algılarımızdaki farklar, gerek aidiyet duygumuzun baskınlığı, gerek nemelazımcılık, gerek yurttaş kimliğinden uzaklaşma gibi nedenlerle zor anlıyoruz…
Yazı buraya kadar çok sıkıcı oldu sanırım, farkındayım…
Hadi o zaman resmi biraz renklendirelim…
Maalesef İpek Yolu üzerinde olan ticaret kenti Gaziantep, bu özelliğini tüm ilişkilerine yansıtmakta bugüne kadar hiçbir sakınca görmedi.
Bir taraftan cimri diye İskoç, Yahudi fıkralarına Mişonla Salamon’a çok güldük değil mi?
Peki, söyler misiniz bana;
Makarnayı ekmekle yiyen başka bit toplum daha var mı?
İki kat ekmekle kavurmayı götüren…
Baklava kırığını, şıllık tatlısını dürüm edip yiyen…
Bir tas çorba ile 5 somunu mideye indiren.
Malzemeden çalınmış lahmacunu, ekmeği pide arası yapan.
Hiç bir katık bulamazsa kırmızıbiberi ekmeğinin arasına döküp iştahını açan.
Bir baş soğan ve cücüğü ile mutlu olabilmeyi becerebilen başka bir toplum daha var mı?
Demem o ki yeme-içme kültüründe bile ne simgeler saklı.
Zenginimiz de fakirimiz de böyle değil miyiz?
Herkes, kendi muhafazakar alanını muhafazakarı olmadı mı?
İpek Yolu bize, zihniyet açısından sosyal olmayı değil, tüccar olmayı dayattığı için; her tüccarın yaptığı gibi kamu otoritesi ile paranın satın alma gücünün büyülü etkisine biat etmeyi var olma biçimi olarak özümsedik.
Eskiden kiremit çatılı evlerde yuva yapan güvercinler uzun süre bizim balkona yumurtladılar. Korkuyla kaçışan kuşlar, şehrin sadece insan için değil, diğer canlılar için ne kadar bozuk bir gelişim gösterdiğini, canlıların faunasını nasıl pervasızca yok ettiğimizi hatırlamamı sağladı. Demli çayla bir sigara içerek uzun uzun önümdeki mahzun griliği seyrettim…
Şu tablo çok net idi:
Kamu otoritesine koşulsuz biat etmesi gereken ama zenginimiz gibi makarnayı ekmekle yiyen vatandaşların oturduğu kül rengi gecekondular, sivil-sermaye tarafından yükseltilen devasa binaların etrafında bir daire oluşturmuş, bu yapıların etrafını sarmış.
Yüksek sivil yapılar da kamu gücünü simgeleyen resmi binaları kuşatmış.
Yani içeriden dışarıya doğru; resmi yapılar, yüksek katlı sivil yapılar ve en dış halkada gecekondu evleri…
İçinde insanlar, dışında insanlar…
Vahşi ve düzensiz bir büyümenin gözü bozan sakilliği…
Sanatın yerini, rantın,
Kültürün yerini yeme-içmenin,
Estetiğin yerini, zevksiz bir mekaniğin
Doğanın yeşilini, doların yeşili,
Çoğulculuğun yerini, muktedirliğin aldığı anlamsız bir övünç şehri olduk.
O nedenle, “en büyüğünü” yapacağız diye Akkent Camisi’ni mezar ettiğimiz Korkut Küçükcan‘ın canı bile umurumzda değil…
Otorite, sivilliğinin farkına varamayan yurttaş, İpek Yolu, para, ticaret, siyasal genetik bozuculuğu, makarna-ekmek, gelir-gider…
Uzatmayayım değil mi?
Hamdolsun, cep dolsun…
Özetle bu kent adamı deli eder…
FOTOĞRAF : İhsan Üçtaş