Yedi Yaş Öncesi ve Sonrası

Günümüz toplumu, modern dünyanın sunduğu yüksek teknolojili iletişim araçları ile senkronize olup algısını ve bilgisini sadece materyal dünyaya yoğunlaştırmaktadır. Tabi ki bazı yüksek teknoloji aletlerin çalışma prensipleri dahi sıradan insanın aklının alamayacağı boyutlardadır. Buna rağmen insan sadece fiziksel bir varlık değildir. İnsanın dünyasında fiziksel tüm şartlar pozitif anlamda ideal hale gelse dahi, manevi yönden hep bir tatminsizlik içerisinde kalmaya mahkumdur. Ruhani yönden tekâmül etmenin ise ilk şartı madde ile araya mesafe koyup, maddeyi reddedip kendi kadim yalnızlığına hicret edip, yalnızlığı ile barışması ve yalnızlığını anlaması ile mümkündür. Tüm teknolojik cihazlar bu yolda faydasızdır. Hatta bu istikamete olumsuz katkıları bulunmaktadır.

Madde ötesi alemin tarlaları hükmünde olan dünya son yüzyılda yeni kurduğu düzenler ile insanın içinde bulunan manevi tohumları kısırlaştırmış ve artık yeşeremez hale getirmiştir. Peki acaba neden insanın maneviyatı hedef tahtasına oturtulmuş ve nişan tahtası gibi delik deşik edilmiştir. Kimdir bu insanın içinde gelişebilecek iyi ve güzel fidelere düşman? Bu düşman kutsal kitaplarda “Şeytan” olarak ifade edilmiştir. Ancak kutsal kitaplardaki birçok kıssa ve anlatı mitsel olduğu için kutsal kitapları okuyan insan Şeytan’ı, Allah’a karşı gelen mitolojik bir figür olarak algılamakta, günümüz dünyasındaki Şeytan’ın maddi varlığını görememekte ve bilememektedir. Halbuki Şeytan dünyanın muktedir bir realitesidir. Birinci Dünya Savaşı’nın amaçlarından biri de kutsal topraklarda bağımsız bir İsrail devleti kurmaktı. Çünkü Evangelist inanışa göre İsa Mesih’in dünyaya geleceği kapı Kudüs’tü. Kudüs ele geçtikten sonra bölgede savaş ve kaos oluşturup kargaşa yaratarak, masum insanları katlederek tanrıyı kıyamete zorlayacaklardı ki bu fiilleri tüm dünyanın gözü önünde yaptılar ve yapmaya devam etmektedirler. Aslında bu güruhun derdi İsa Mesih’in dünyaya gelmesi veya kutsal kitaplarda yazan kıyametin kopması değildir. Bu güruh Kabil’den günümüze kadar devlet kurma, topluma din üreterek kontrol altında tutma, toplumu köleleştirme, simgeleri olan piramidin üzerindeki göz olma, ticarete hâkim olma, aristokrasiye hâkim olma, siyasete hâkim olma, hukuka hâkim olma, bilime hâkim olma, silaha hâkim olma, güce hâkim olma, dünya realitesinin tek ve tartışılmaz muktediri olma gibi alanlarda kollektif biçimde yapılanmış ve her dönemde dünya sistemine hâkim olmuştur. Bu güruhun kurduğu dünya düzenini fark eden, ortaya çıkarmaya ve insanları uyarmaya çalışan kişilerde pek uzun yaşamamışlardır. Öyle bir sistem kurmuşlardır ki; kendileri Şeytan ile dahi irtibatlı ve intisaplı olup dünyanın bir ucundan diğer ucuna birbirleri ile birlik ve beraberlik ile sistemlerini muhafaza etmekte ve gün geçtikçe daha muktedir hale getirmektedirler. Buna rağmen gerçek Tanrı’nın kulu ve ruhu olan bazı kişiler ise iki kişi olarak dahi, bir birlik kuramamakta karşılarındaki güç ile mücadele edememektedirler ki işin böyle olması ancak şu şekilde açıklanabilir; İyiliğin Tanrı’sı mânâ aleminde muktedir, kötülüğün tanrısı Şeytan ise madde aleminde muktedir. Madde elbet bir gün son bulacak lakin mânânın bir cismi olmadığından sonsuza dek var olacaktır. İşte Kabil’den beri dünya ve sistemine hâkim olan Şeytan’la işbirlik bu güruh günümüzde kendisini İyiliğin Tanrısı’nı yenecek güçte görmektedir. O yüzdendir ki: George Bush, Afganistan ve Irak savaşları ile “Tanrıyı Kıyamete Zorladıklarını” ifade ederek Tanrı’ya meydan okumaktadırlar. Bu denli pervasız bu güruhun tüm dünyaya hükmettiği halde tir tir titrediği tek bir güç vardır. O güç ise sadece bir insanın dahi içinde yeşerecek ve sonunda İyiliğin Tanrısı’na tekâmül eden, “çekil aradan görünsün yaradan” sözlerindeki fiilin gerçekleşmesi ile ortaya çıkan manevi güçtür. İşte tüm maddeye hükmeden Şeytan ve havalisinin korktuğu tek güç bu. Çünkü o hale gelen insanda korku denen şey kalmamış, bedenden sıyrılmış, mânâ aleminde yoğun bir güç toplamış, baş edilemez hale gelmiş ve ışık olmuştur. İşte bu gücün tecelli ettiği bir zat Yasin Suresi’nde şöyle anlatılır: Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun” Bu kişi Habib-i Neccar’dır. Nasıl bir ruhani haldedir ki öldürüleceğini bile bile çıksın er meydanına. İşte ruhani erginliğe kavuşan insan koca bir güruha karşı gelebilir. Bu yüzdendir ki günümüz insanı teknoloji ile meşgul edilip, kutsalları değersizleştirilip, ruhani tarafları çöl edilip, robotik hale getirilmektedirler. İş ki bu durumun farkına varıp özümüze dönmek, Hakk’a giden manevi yolun yolcusu olmak ve maddi bedenden manevi ruhu doğurarak ölümsüzleşmektir.

Her ne kadar toplum içinde yaşamayı ve toplumsal değerleri reddederek toplumdan uzak yaşayan sufi-dervişler olmuşsa da toplum genelinde kabul gören bir davranış olmamıştır. Bu konu ile ilgili Ahmet Karamustafa’nın Tanrının Kural Tanımaz Kulları kitabını okumak gerekir. Kitapta bahsi geçen güruh maddi dünyayı, dini ve toplumsal kuralları reddeder tanımaz. Sadece vücudunun fiziki ihtiyaçlarını asgari boyutta karşılar. Dünya içinde geçirdiği zamanı zelillik, horlanmışlık, aşağı görülmüşlük, tiksinilmişlik, yok sayılmışlık gibi dışlanarak geçirmeyi ise makbul sayarlar. Onlara göre ne kadar düşkünlük içinde yaşanırsa gerçek Tanrı’ya yani İyiliğin ve Maneviyatın Tanrısı’na o kadar yaklaşılır. Dünya sahnesinde edinilmesi gereken tecrübe edinilir, gereken çile çekilir, karanlıklardan aydınlığa çıkılır, kemal olunarak Hakk’a tekâmül edilir. Bu yüzdendir ki birçok sufi gelenekte inziva odaları vardır. Bu yüzdendir ki bu yolda yürüyen dervişler belli aralıklarla da olsa inziva odasında kırklanır, madde ile arasına mesafe koyar Hakk’a bu şekilde yaklaşırlar. Hatta Hz. Muhammed’in (SAV) Hira Mağarası’na çekilip günlerce burada kalmasının da sebebi budur. Bu olguya Gaziantep ilinden bir örnek verecek olursak en iyi örnek Aydi Baba olacaktır. Şirvani (İki Şerefeli) ve Ali Naccar Camilerinde imamlık ve hatiplik yapar, şiir yazar, Ali Naccar Cami’nin hemen yanındaki evinde inziva odasında inzivaya çekilir. İşte Aydi Baba bir dönem şehrin en ileri gelenlerinden biri  iken bir dem sonra maddeyi reddeder, çarşıda gazel okuyarak para toplar, Ömeriye Cami minaresi altında bulunan küçücük hücresinde, topladığı parayla aldığı kömürü yakar, ateş kül oluncaya kadar içeride oturur ve bunu yaz kış aralıksız yapar. Din alimliği makamını, şehrin eşraflığını reddetmek zühd halinde yaşamak, horlanmak, adeta bir meczup halinde yaşamak gerçekten ruhani büyüklüğün zirve mertebeleridir.

İnsan henüz 7’li yaşlarda iken dünyaya gelmeden önceki alemden ve yaşanmışlığından izleri üzerinde taşır, ancak bunu anlamlandıramaz. Ayrıca içinde bulunduğu dünya ve kuralları ile de muhatap olduğunu bu yaşta anlar. Dünya öncesi bilgi ve yaşanmışlığı bir unutulmuşluk halinde içinde kalırken yeni dünyayı anlamaya ve bu dünyaya adapte olmaya çalışır. Ve düşünür der ki benim dünyaya gelmeden önceki bildiğim kadim bilgiyi ve dünyada bulunuş amacını önümüzdeki hayat içerisinde dünyada bulabilirim. Bu hal insana daha çocukluktan başlayan insanın ve hayatın anlamını arama yoluna yöneltir. İnsan, hayatın anlamını arama isteği ile insanlık için kutsal ve kadim duygusunu oluşturmuş ve insan her dönem bir kutsala inanmıştır. Bu inanışın kadim kökeni Doğu ve İç Asya’da Şamanizm-Güneş-Dağ inancı olmuş ve bu inanışın kadim ruhu tüm semavi olan ve olmayan dinlere sinmiştir. 7’li yaşlarda dünyayı anlamaya çalışan çocuğa toplumsal olan din ve kültür öğretilir. Çocukta dünya öncesi bilgilere bu din öğretisi ve kültürden ulaşabileceğini düşünür ve toplumun dinini ve kültürünü benimser. Yıllar geçer 30’lu yaşlara gelinir ve bunca yılda aklının uyuştuğunu, duygularının felç olduğunu, ruhunun ölüm döşeğinde olduğunu görür insan.

İşte o an ruhu kuvvetli insana şu ayet tecelli eder:

“Ey örtüsüne bürünen kalk, insanları uyar, yalnız Rabbi’ni tanı onun büyüklüğünü ilan et. Elbiseni (İnsan Bedenini) ve Ruhunu maddi ve manevi her türlü pislikten uzak tut. Yaptığın iyiliği başa kalkma. Rabb’in rızası için sabret.”

Ve 7 yaşından beri üzerine giydirilen deli gömleğini atar ve melamet hırkası giyer. Tıpkı arı namus şişesini taşa çalan Kul Nesimi gibi.

İşte o zaman akıl çalışmaya başlar, ruh uyanır, kadim olana seyri süluka revan olur insan. İş böyle olunca güneş, dağ, var olan ve var olmayan her şey ile bir irtibat kurulur. Böylece bakılan her şey bir anlam ifade eder. Ve bu yolda insan 7’li yaşlar öncesinde hissettiği doğmadan önceki kadim bilgiye şahit olur. Bu yoldayken insan hayatın anlamını öğrenmeye başlar. Ve fark eder ki insanın bu yolda olması aslında kendi takdiri değil. Yola daha dünyaya gelmeden önce girmiştir. Dünya içindeki tüm kaderi onu seyri süluka sokmak için hizalanmış olaylar silsilesidir. Bazı insanlar ise 7 yaşından sonra öğrendiği dünya, din ve kültürün öyle etkisine girmiş ve inanmıştır ki 30’lu yaşlarda silkelenecek ve ayağa kalkacak hali kalmamıştır.

Onların hali şöyledir Kuran’da:

“Asra yemin olsun insanlar hüsrandadır. Salih olanlar birbirine hakkı tavsiye eden ve sabredenler müstesna.”

Ne yazık ki uyanamayan insanlar hüsranda olmaya devam edeceklerdir.

Seyri sülukta 40’lı yaşlara gelindiğinde dünya illüzyonunda Hakk’a giden yolun Makam-Mevki-Zenginlik-İhtişamın bulunduğu yerlerde olmadığı bilakis Yokluk-Düşkünlük-Yalnızlık-Makamsılık-Sıfatsızlık-Garibanlıktan geçtiği tecrübe ile kabildir. İnsan ancak aşağılarda olur, aşağılanır ve horlanırsa ve bu duruma kadim bir dünyadan vazgeçmişlik ile karşılık verirse Hakk’a ulaşabilir.

Ki ona kavuşmak demek elbiseni çıkartıp sevdiğinle hemhal olman demektir.

Ki artık Kâb-ı Kavseyni aşıp onda kaybolmaktır.

İş böyle olunca kişi yeniden doğar.

Bir et parçasından sıyrılır ve kadim bir ruha naklolur.

Yani ölmeden önce ölür ve tıpkı anne rahminden dünyaya doğduğu gibi insan bedeninden Hakk’ın ruhuna doğar.

Âşık olur, ışık olur ve ona karışır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu