TAPINAK
Tabiatta var olan birinin tabi olma isteği ve bu tabiiliğini tab olduğu ile uyum içinde sürdürebilme isteği olan kurallar manzumesi ve bunu bir yerde bir kişiye gösterebilme isteği konumuzun özüdür.
Gözünü açtığında sınırları olmayan bir alanda pırıl pırıl parlayan güneş, ay ve yıldızlarla kaplı bir gökyüzü ile kendi ilerledikçe gözüken farklı bitki, hayvanlarla dolu coğrafyada bulan insanoğlu şaşmayıp da ne yapsın?
Günümüzdeki gibi toplumsal yapı, iletişim, eğitim kurumlarının oluşmadığı bir çağda, mağarada doğdunuz ve düz ovaya indiniz. Hiçbir deneyiminiz de yok. Genetik yapınızı deneyimleyerek kendi kendinizle de karşılaşmadınız. Size yol gösterecek sadece ebeveyniniz var ve onlar da bireysel deneyim ve gözlemleriyle var olagelmişler…
Tarif ettiğim bu görüneni ben var ettim. Peki bunun yapılış ve işleyişinden haberim var mı? Yok… Benim yapılanmam ve işleyişime bir dahlim var mı? Yoook… Öyleyse! Bunu bir yapan olmalı. Buna bir ad koymalı, koyduğum bu adlarla doğal işleyiş arasında bir işletim sistemi oluşturup varlığı ve kendimi tanımalıyım. Tanımalarımız da boşa gitmemeli benim gibi şaşkınlığa düşenlere bir rehber, bir model olmalı. Hah şimdi oldu. Haydi işe koyulalım. Hangi dili kullanalım? Yaşadığımız ortamı paylaşanların anlaşacağı ve mutabık kalacağı bir dil olmalı. Hem tabiattaki işleyişe hem kendi işleyişimize uygun, yani müsemma bir ad koyalım ki ona binip sonsuzluğa karışalım… Ne dedin…! Hızlı hızlı nefes alıp verdiğinde çıkardığı ses ile hu, hu, huu sesi kendiliğinden çıkar oldu. Hu sesi bir nefes ve varlığı hayat veriyor ama kendisi yok.
“O” diye tanımlayalım ve “O” kendi anlayışımızda gizli olsun ve bize sürekli hayat versin. Tamam. Anlaştık. Anlaştık mı bilmiyorum ben düşünen olarak bunu ortaya koydum ama bu sorgu ve anlayış olmazsa bu yaşamı duyumsayamayız. Öyleyse bunu bir yer, bir işaret, bir söz ile belirginleştirelim ki kaybolmasın. Hem de ulaşılmaz olsun ki yönünü buraya dönenler kendi özel yaratılışının derinliklerindeki cevherleri ortaya çıkarsınlar.
İşte ulu yaratıcı imdada yetişti ve kendi varlığını kendi ile tanıyıp tanıtmak için tanıma, bilme, olma isteğinin bunalımında kendi kendini patlatarak gaz, toz evresinden bitki, hayvan evresine geçerek kendini bu varlık aynasında tanıyarak varoluşunu evrensel boyuta taşımanın adımını atmış oldu. Bu bağlamda kendi bir bilen olarak kabilesini organize ederek verimli, üretken bir yaşam alanı oluşturdu. Diğer canlıları öldürüp yiyerek değil kendi gereksinimini üreterek kendi gereksinimi doğrultusunda iş bölümü yaparak toplumsal yaşamını doğaya uygun çalışır duruma getirdi.
Bu durum bu düşüncede olmayanların dikkatini çekti ve tecavüzlerine uğrayarak yok edilme tehdidini doğurdu. Bu tehditten korunmak için ne yapabiliriz? Bu düşüncemizi belirli kurallarla onlara da yayalım ama sır bizde kalsın böylelikle üretim ve tüketim halkamızı geliştirmemiz bize bir zarar getirmez. Bir anlaşmaya varalım. Bizi koruyup gözeten, yanlış yapanları cezalandıran biri var. Onun sözünü dinleyip ona bedel verdiğiniz müddetçe bizimle aynı hakka sahipsiniz. Bu antlaşmayı nerede yaptık? Yüksek bir tepe üzerinde, diğer kabile üyelerinin olmadığı bir odada, kendimizden kendimize. Epey bir zaman geçti, üç beş kuşak değişti, bu ortamın getirdiği çoğalma ile yerine sığamaz oldu ve ayrışıp farklı yaşam alanlarında kendi egemenlik sahalarında yaşamaya yöneldik. Sözlü geleneği oluşturan kavramlar farklı kabile üyelerince farklı duygularla işlenerek farklı anlayışlar ortaya çıkmaya başladı ve öz kabuğun içinde kayboldu. Batman çağıla karıştı. Her birey benim inancım doğru diye ayrı bir yol tutmaya başladı.
Eh, durun siz. Başınıza bir bela gelsin de sizi bir noktaya nasıl çekiyorum. Göreceksiniz. Hizaya geeeellllll. Savaş, açlık, hastalık vb. korku doğuran duygular herkesi varlığını toplum içinde eriterek var olma çizgisine taşıyarak hepsini bir gemiye bindirip Nuh Tufanı ile yeni bir anlayışta yaşam ortamı doğurdu. Bu yaşam da ana yasayı, töreyi doğurdu. Buyurun herkesin mutabık olarak uymayı taahhüt ettiği torah, töreye, bu yasaya uymayan öldürülür veya toplum dışına atılır. Yaşam hakkı yoktur. Kuru yasa, hiç kimse duyguya bakmıyor. Halbuki bu düşüncenin ortaya çıkması yasaya uyma değildi ki? Varoluşu özümseyip yaşayıp, yaşatma arzusu idi. Eee şimdi? Her şey paraya ve nüfuza tahvil edilmiş, bu kadar varlığa rağmen bir huzursuzluk bir memnuniyetsizlik, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük…. Nereye varacak bunun sonu?
Buyurun çöle, bunun kıymetini bilmiyorsunuz siz. Kendinizden başkasını düşünmüyorsunuz ve alışkanlıklarınızın köleleri olmuşsunuz sizi ilk yaradılışınızla karşılaştıracağım. İşte Hz. Musa’nın hikayesi. İşte ölünün diriltilmesi, işte birlikte kurulan tapınak tebernakıl-mişkan, yani ahit bağlamında, zamana ve mekâna göre yenilenen idrakte buluşarak yaşamı zevk edinerek tabi olma yöntemini belirlemişlerdir. Hz. Şuayb, Hz. Musa’ya kızlarından biri ile evlenmek için 7 yıl hizmet, Hz. Şuayb’ın kızlarından istediği bir kız ile evlenmek için 2 kere yedi yıl hizmet etmesi gerektiğini söylemiştir. Hz. Musa ile Hz. Şuayb arasında bedeli ödeme metodu ile anlaşma olmuştur. Yani istediğinin bedelini ve rızasını alma yöntemiyle yaşamı kurma. Tapınak ve ibadet ortaya çıkmış oldu. Sevgi adına sevginin yaşatıldığı tapınak. Bu Davut’un (sevginin) oğlu Süleyman’ın (selam, barış ve teslimiyet evi olan adam) kurduğu tapınak olarak sembolleşerek görünür bilinir tapınak oldu.
Çölde ikiye bölünen bir yaşam. Biri var olan maddi değerlerin toplanmasıyla oluşturulan bir birlik. Altın Boğaya tabi olmak diğeri bu varlığı hikayelerle, şiirle, müzikle, dansla zevk edinme, yaşama sanatı. İç içe iki yaşam formu. Ama birincil toplumsal yaşam doğayı değil de insanı köle eden bir yaşam formu olması nedeniyle korkuya ve bireysel isteklere yönelik gelişen bir form ve kişileri boğazlarından, özgürlüklerinden, alıp verdikleri nefeslerinden, tanrı korkusundan yakalamış ve kendine çalıştırıyor. Hani kendimize ve kendimizi oluşturan doğaya huu’ya, nefese, yaşama, çalışıp zevk edinecektik?
Neyse ki büyük ruhtan, Ruhül Kudüs’ten bir nefes geldi de Sezar’ın hakkı Sezar’a, Baba’nın hakkı Baba’ya diyerek her iki yaşam formunu kabul ettirip dengeyi kurdu. Ama bu ruhun hayat bulup neşvü nema etmesi için binyılların günahının arıtılması, bir daha aynı hataya düşülmemesi için bedel ödenmesi gerekmekteydi.
Hz. İsa bu bedeli ödeyerek yaşadı. Miladi yılın başlangıcı olan 1. yüzyılda Yahudi kırımı bunun toplumsal bedeli olarak ödenmiş, ancak gelişen refah ortamına bağlı olarak insanların isteklerinin çoğalması ve insanların bu sisteme köle edinilmesi nedeniyle yaşamı anlayarak idrak-zevk edinme isteği ancak inzivalarda yaşanabileceği düşüncesini doğurdu ve kiliselerin oluşum ve yayılımına neden oldu.
Kiliselerin bağıllarının yaşamını idamesi için kendi toprağı ve idari yapısı olması toplumda ikili bir yaşamı doğurdu. Bunun üzerine kiliseler de siyasi irade ile birleşerek dünyadaki yaşam alanlarını kendi tahakkümü altına alarak insanların yaratıcı adına köleleştirilmesine, birbirlerini kafir ilan ederek öldürmelerine mallarını talana ve tecavüzlerine neden oldular.
Işık yine aynı coğrafyadan doğdu ve bu düzene isyan Hz. Muhammet (sav) tarafından yakılarak tüm yeryüzü bana mescit denilerek yeryüzünün kullanımının herkese açık olduğunu, herkesin kendi yasası ile hep birlikte yaşamın yolunu açtı. Ancak mal ve köle sahipleri bu durumda memnun olmadı ve düşüncesi, ölümü sonrası ardılları ile ortadan kaldırıldı.
Bereket, Hz. Muhammet (sav) ölmeden Ashabı Suffa denilen ekibini yetiştirerek dünyaya dağıtmıştı. Oradan sıçrayan bir ateş de Türkistan’a düşmüştü. Ashabı Kiram denilen sohbet ikram edinilenler ise kendi töreleri ile yeni düşünceyi harmanlayarak camileri kurup Müslümanlık denilen gözükmeyen bir tanrı ile insanları korkunun hakimiyetinde, emperyal din ve yönetim anlayışı ile insanlığın helakine neden olmuşlardır.
Biz Türkler bu düzene nasıl dahil olduk? Bozkırda kutsal ruh olan Gök Tengri’nin çocukları olarak yaşayan bir kavmin çocukları olarak yaşarken emperyal sistemden kaçarak dayılarına sığınan Ashabı Suffayı ortadan kaldırmak üzere Orta Asya-Türkistan coğrafyasına tecavüz edip, erkekleri katledip kadın ve çocukları köle, malları yağma eden; camiye gelene para vererek yaşamasına izin verilen, evinde kendi töresi üzerine yaşamaması için eve Arap birey yerleştiren sistemin içinde bulduk kendimizi.
Propaganda evleri olarak kullanılan camilerde sevgi, barış ve kardeşlik temaları işlenerek oluşturulan tasavvuf boyutlu kültürel yaşam ile ahilik-kardeşlik birliği kurarak kıyımdan kurtulup yaşamaya çalıştık. Ancak bizi mevali (köle) olarak kabul ediyor ve bireysel yaşam hakkımızı vermiyordu. Netice, emperyal sistemin birbirine düşerek ayrışması sonucu yaşam gücümüzü oluşturan asker yönümüz ile yeni sistem işine sızarak sistemde güç sahibi olarak egemenliğimizi kazandık. Kazandık ama Ortadoğu’nun cadı kazanı içinde bulduk kendimizi. Bambaşka bir kültürel ortamda yeniden var olma mücadelesi ile tekkelerle-ahi örgütleri ile varlığımızı kardeşlik ve dayanışma temelli olarak sürdüre geldik. Ancak her yerde tek yasa geçiyordu ve güç içinde güç yaşayamıyordu. İkili yaşamı birli yaşama nasıl dönüştüreceğiz? Sorun ve çözüm aynı kapıdan çıkıyor, “düşünceden” öyleyse düşüncenin yaşamasına ve gelişmesine olanak sağlayarak mutlak düşüncenin hâkim olarak onun içinde konumlanmanın yolunu bulmamız gerek.
Bu kez Haçlı Savaşları imdada yetişti. Neden olduğu iletişim ve bilişimle din ile bilim ayrışarak bilimsel keşifler ile aydınlanmanın kapılarını açtı ve tanrı adına hükmetme gücünü kırıp ayrışmaya neden oldu. Bir yerde kendi kabuklarını kırdı. Bilimsel ve coğrafi keşifler sanayi devrimini doğurdu ve bu çarkı çevirebilmek için tekrar kilise ile siyasi iradenin birleşip insanları yönetmeye başlamasına neden olundu. Biz bu süreci uyuyarak geçirdik. Uyandığımızda yaşam alanımız olan yurdumuz düşman çizmeleri ile çiğnenmekteydi.
Bu yıkımdan hep birlikte tasada ve sevinçte birlik ilkesi ile yaşama imkanına kavuştuk. Kavuştuk ama sevgi nazik bir çiçek ve emek, bedel istiyor. İçimizde binyılların ikili genetik devriyâtının etkisi. Bir yerde celebin düdüğü ve kırbacı diğer yönde sevgilinin yaşama arzusu.
Sonuçta sevgilinin yaşam arzusu elbisesine giren celebin sesine uyduk ve içinde bulunduğumuz yaşamın içinde bulduk kendimizi. Yarın bugünden belli. İlk nefesimizin içinde, huu denilen sesimizin sıcaklığının altında nefesimizi nefeslere katarak yaşamı en güzel şekilde idrak etmenin gayreti içindeyiz.
Bu duygular içerisinde, duyguyu nakletmenin bir başka yolu olan şiir ile yaşamı anlamaya ve anlatmaya çalışalım. Sadık-i mahlasıyla bir doğuş ile doğan şiirimin kendimden kendime olan sözler olduğunu bilerek anlayana fısıldamasını ümit ediyorum.
SEVGİ ARADIM
Manada Evvelden beri var idim
Varlığı hayal edip Halık eyledim
Madde donunu üstüme giydim
İyiliktir oluşum sevgi aradım
Zerredeymiş kötüğün hilesi
Böylece var oldu kader cilvesi
Çarkıfeleğin dönen ince ibresi
Döndü geldi bana sevgi aradım
Kanma ruhum zerre-miskala
Bunlar beni sana unutturmakta
Gönül ruhun seni yola koymakta
Varasın sevgiye, umut olmakta
Kötü geldi sana çattı bir zaman
Sabrın hep engin, demedin aman
Kötüye sevgiyle uzandığın an
Coşar sevgin sanarsın Umman
Yaşananlar seni olgun Eylesin
Kâmil olup karada akı göresin
Birgün varıp hak anında durasın
Sevgi katıp baldan Arı olasın
Kalbine gelirim yoklarım seni
Kulağın duyar mı ayak sesimi
Gözün görmez şeklimi cismimi
Sevgi olur sözden çıkar ismimi
Belki kötü belki uyur sağırsın
Her ne olursan yalnız benimsin
Benden başka dost mu ararsın
Boşa da kalkışma hiç bulamazsın
Aklındayım Burak et uçalım
Türlü dünyaları seyir edelim
Canlar evine gül çadır kuralım
Sevgi odu yansın ocak yakalım
Sevdan Dostun hep arkadaşın
Bırakırlar seni Can Yoldaşın
Güvendiğin Hayat Arkadaşın
Anla artık sadece sensin düşün
Sadık-i’yem gönülleri gezerim
Kupkuru yüreklere Sevgi Ekerim
Bağban olup Güllerimi biçerim
Sevdalıyım, Sevgiliyim, Sevgiyim
Künye: 18.02.2025 saat: 00:57-01:28 & Sadık-i
Yerinde tespitler. Tebrik ederim.
Yüreğine sağlık anca bu kadar güzel yüreklere dokunacak dille anlatılır kalemine sağlık seni kutluyorum Turgay.sevgiler