KAZ DAĞLARININ SURETİ SOF DAĞI’NDA KAZ’INIYOR
Gaziantep ve çevresi son yıllarda, imar planları ve imar tadilatlarının sadece içerikleri ile değil korkunç vehçelerini karabasan olmaktan çıkararak kendi hayatlarının tam da ortasında bir gerçeklik olarak derinlemesine görsterdi.
Biraz da çocukluklarının kentine soluklayarak gidenler, işte tam da bu saatten sonra ne yazık ki var oluşlarının asıl hikâyelerini bin bir pişmanlıkla hatırlamaya başladılar.
Aslında meselenin özünü herkesin bildiği ama niye ise dillendiremediği bir çevre katliamı gerçekliği görünür kıldı.
Neydi o?
Kaz Dağları’nın, tüm ülkenin gözü önünde talan edilmesine karşı olan kolektif isyanla başlatılan ulusal kampanya hassasiyeti ‘şimdilik’ kaydı ile tüm dikkatleri mesela bizim ‘Sof’cağızımızdan oraya çevirdi.
Tamam… Kaz Dağları, mitlerinin estetiği, katledilen 195 bin ağacın gerçekliği ile orada en canlı hali ile duruyor. Tüm kalbimiz de orada. Ancak güneyin en değerli kentlerinden Gaziantep’in, florası, habitatı ve gündelik yaşamı için en değerli doğal alanlardan olan Sof Dağı ve yaylasının 10’dan fazla taş ocağı ile katledilmesinin diskuru daha da ağulu, daha acılı yaşıyor.
“Bana göre” diye paylaştığım bir serzenişin devamı şöyle:
“Şimdi bana göre doğaya bu denli saldırılmasının derinliğinde katılırsınız ya da katılmazsınız şunun olduğunu düşünüyorum: İktidar seçkinleri, toplumsal ve siyasal alanın değiştirilip dönüştürülmesi yada domine edilmesi için 'eskinin' üzerine yeni bir anlam inşa etmek isterler. Türkiye'deki siyasetin en büyük talihsizliği budur. Semboller ayrıca yeni bir kimliğin üretilmesi için de son derece gereklidir. Siyasal iktidar ile taban arasında bir simbiyoz yaratılması için de olmaz ise olmazdır bu. Bizde, 2007'den sonra; İstanbul özelinde başlayarak cumhuriyet değerlerine ve onun sembollerine yönelik saldırı, aslında yeni bir kimlik inşası ile alakalıdır. Bu sebeple; Ne AKM'nin, ne Akün Sahnesinin, ne KAZ Dağları'nın, ne Cerattepe'nin, ne Bergama'nın, ne İstiklal-Beyoğlu Caddesi'nin ve meyhanelerinin, ne Gezi Parkı'nın yada Taksim'in, ne Sof Dağı'nın, Sadat Gölü'nün Atatürk Orman Çiftliği’nin, Urla'nın , Van'ın, Hasankeyf'in, Akkuyu'nun, Sinop'un bir önemi yoktur. Yeni semboller Neoliberal Post Osmanlıcılık ve onun yağmasıdır...”
Belki buna çok kızılacak, belki umursanmayacaktır.
Mesele o değil…
Bir Güneyli, Antepli olarak elbette Kaz Dağları’nın acısını içimde hissediyorum.
Tam da burada anlatmak istediğim şey zaten o sembollerde ortaklaşmak…
Makro ölçüde Kaz Dağları, bir isyanın öznesi ve estetik realitesi olabilir ama yerel anlamda üzerine çökülmüş, Güney’in, Sof Dağı’nın mikro çevresel faşizmle yerle yeksan edilmesi en basitinden organik, mis kokulu domatesin hayatına tecavüzdür.
Sof Dağı’nda mis kokulu salatalık da yetişir ama bu yazı biraz kadınsı olsun da cazgırlık yapalım diye domatesin hikâyesi başattır.
Karpuzun “al beni”si, biberin aşk acısı, kavunun baştan çıkaran kokusu, toprağın anaçlığı, yeşilin aşkı, bak yoğurdun mayasını-kayasını hiç demiyorum…
Kaz Dağları ne ise taş ocakları tarafından kazıla kaz’ıla, tüyü yolunmuş kaz’a dönen de Sof Dağı aynıdır.
Kaz Dağları’nda hangi türkü söyleniyorsa, Sof Dağı’nda da aynı türkü söylenir.
Kaz Dağı’ndaki su ile Sof Dağı’ndaki suyun tadı aynıdır.
Kaz Dağı’nın kar’ı ile Sof Dağı’nın kar’ı, kâr’dan değil ardandır.
Kaz Dağı da, Sof Dağı da bilene bilmeyene yürektendir, aşktandır…
Tüm Yorumlar